3 Haziran 2022 Cuma

Eşsiz iki hazinenin ikincisi: Medine Ali Eren Küçükçüğümüzden beri kulaklarımızdadır: Mekke ile Medine, eşsiz iki hazine… Dünyada en faziletli şehir, Kâbe’nin bulunduğu ve Ümmü’l-kurâ/köy ve şehirlerin anası/merkezi olan Mekkedir. Mekân olarak en değerli, en faziletli yer ise, Hücre-i Saâdet yani Peygamberimiz’in mübârek kabirlerinin bulunduğu mekândır. Bu mübârek mekân, Mekke’den de göklerden, arş ve kürsten de yaratılmışların hepsinden de efdaldir. Efdal olmasının sebebi şudur: “Şerefü’l- mekân bi’l-mekîn” yani bir yerin şerefi orada bulunana göredir. Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem kâinatın en üstünü olduğu için, onun mübârek vücudunun bulunduğu yer de kâinatta en faziletli yerdir. Ibâdetlerin kıblesi Kâbe… Ibâdetlerin en üstünü olan namaz, ona yönelerek kılınır. Kâbe merkez olduğu için, orada kılınan bir namazın, tutulan orucun ve yapılan her bir ibâdetin sevabı, diğer yerlerde yapılan ibâdetlerin yüz bin katıdır. Bu, Peygamberimiz tarafından verilen müjde bir haberdir. Ziyaret mahallerinin en üstünü de Peygamberimiz’in kabridir. Onun mübârek kabrinin bulunduğu yerin yanında, Mescid-i Nebevî’de kılınan namaz ve yapılan her bir ibâdetin sevabı, Kâbe hâriç diğer yerlerde yapılan ibâdetlerin bin katıdır. Bütün müslümanlar böyle bilir böyle inanırlar. Bu husus da hadis-i şerifte bildirilmektedir. Ancak, bu mesele vehhâbî düşünceli insanların saldırmalarına müsait olduğu halde niçin vazifelerini yapmadıkları bana göre merak konusudur. Halbuki bunu fırsat bilip müslümanları müşrik ilan etmeleri vazifeleriydi. Şöyle ki: Onlar da biliyorlar ki Peygamberimiz “Benim kabrimi mescid edinmeyin” buyuruyor. Devamla, “Allah yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin. Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler” buyuruyor. Yine bunlar görüyor ve biliyorlar ki Mescid-i Nebevî, Peygamberimiz’in kabrinin bitişiği. Müslümanlar orada Peygamberimiz’in kabrinin bulunduğu yerin hemen yanıbaşını basbayağı mescid edinmişler, orada namaz kılıyorlar. Hatta, mescidi Peygamberimiz’in kabrinin arkalarına kadar genişletip uzatmışlar; oradalarda da namaz kılıyorlar. Peygamberimiz’in kabri de namaz kılanların önlerine, Kıble tarafına geliyor. Yani, ortada tam vehhâbilerin ve vehhâbî inançlıların saldırmalarına uygun bir vaziyet var. “Peygamberin kabrini mescid ediniyorlar” diye, orada namaz kılan, secde eden müslümanları niçin müşrik ilan etmiyorlar hayret!… Belki de sizin hatırınıza Mescid-i Nebevî ile ilgili hadisi şerif olduğu geliyordur. Onun için susuyorlardır diye düşünüyorsunuzdur. Ama vehhâbî için hadis ne ki!.. Dışarıdaki vehhâbîler pek o kadar değilse de, bir mesele yerli vehhâbîlerin aklına yatmıyorsa, o hususta kaç tane hadis olursa olsun o hadisin uydurma olduğunu söylerler olur biter. Velhasıl müslümanları müşrik ilan etme vazifelerini niçin yapmadıklarını anlayamıyorum. *** Onlar susadursun, biz gelelim Peygamberimiz’in Medine hakkındaki sözlerine. Hazreti Resûlüllah (s.a.v.) buyuruyorlar ki, “İnsanların Yesrib dedikleri, köyleri/şehirleri yiyecek (onların faziletini içine alacak) olan yere, (hicret etmekle) emrolundum. Orası Medine’dir. Körüğün, demirin kirini uzaklaştırdığı gibi (kötü) insanları sürüp çıkarır.” (Şeyhân, Ebû Hüneyre’den) Medine’nin önceki ismi Yesrib idi. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) hicret ettikten sonra bu şehre Peygamber’in şehri mânâsına Medînetü’n-Nebî denildi. Zamanla da ikinci kelime pek kullanılmaz oldu ve bu şehrin ismi sadece Medine olarak anılır oldu. Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem hicretten sonra, bu mübârek şehir hakkında şöyle duâda bulundu: “Allahım! Mekke için yarattığın bereketin bir kat fazlasını Medine için de halket.” (Ahmed ibni Hanbel. Enes radıyallâhü anhden) Uhud Dağı Medine’dedir. Peygamberimiz’in (s.a.v.) Uhud hakkında, “Uhud bizim kendisini sevdiğimiz, onun da bizi sevdiği bir dağdır” buyurmuşlaradır. Peygamberimiz’in Medine’yi hicretiyle şereflendirmesinden sonra Hazreti Allah bu şehre her türlü hayır ve bereketi aktarmıştır. Bu hususu Paygamberimiz (s.e.v.) çeşitli hadisi şerifleriyle ifade buyurmuştur. Bu hadisi şereflerden bazılarını aktaralım: “Medine’nin tozu cüzzam hastalığından (kurtulmaya) şifadır. (Ebû Nuaym, Sâbit ibni Kays’dan) “Medine’ye giren yollar üzerinde melekler vardır. Oraya tâun hastalığı ve deccal giremez.” (İmam Malik, Ahmed ibni Hanbel ve Şeyhân. Ebû Hüreyre’den) “İbrahim (Aleyhisselam) Beytullahı harem ve emniyetli yer kıldı (edindi). Ben de Medine’yi , iki kara taşlık dağın arasını harem kıldım. Oranın dikeni koparılmaz, avı avlanmaz.” (Müslim. Câbir’den) “Kim Medine halkına bir kötülük yapmak isterse Allah da onu suda tuzun eridiği gibi eritir.” (Müslim ve İbni Mâce, Ebû Hüreyre’den) “Kim Allah’ın rızasını ümit ederek Medine’de beni ziyaret ederse, kıyamet günü onun için şâhit ve şefaatçı olurum.” (Beyhakî, Enes (r.a.)den) “Kimin Medine’de ölmeye gücü yeter (imkanı olursa) orada ölsün. Çünkü ben orada ölenler için hususi şefaat edeceğim.” (Tirmizî ve İbni Mâce. Abdullah ibni Ömer (r.a.)den) “Kabrim ile minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.” “Şu benim minberim cennet bahçelerinden bir bahçe üzerindedir.” (Ahmed ibni Hanbel, Ebû Hüreyre (r.a.)den) *** Peygamberimiz’in (s.a.v.) cennet bahçelerinden bir bahçe/Ravza-ı Mutahhare denilen kabri ile minberi arası, rahmetlerin inmesinde cennetler gibidir. Kıyamet koptuğu zaman diğer yerler gibi yok olup gitmeyecek, cennete naklolunacaktır. Bu mekânın cennetten gelmiş bir yer olması ihtimali de vardır. Sonunda cennete dönecektir. Hacer-i Esved de cennetten gelmiştir. Hacer-i Esved, Peygamberimiz’in büyük babası İbrahim Aleyhisselam’a, Ravza-i Mütahhare de Peygamberimiz’e verilmiştir. Hücre- i Saâdet yani Peygamberimiz’in (s.a.v.) kabr-i şerifleri, Ravza-i Mütahhare’ye bitişiktir. Peygamberimiz’I ziyarette doğru usul, mümkünse Peygamberimiz’in ayak ucundan ziyaret etmektir. Ebû Eyyüb El-Ensârî Hazretleri, ziyarette Peygamberimiz’in kabrine sarılmıştı. Bunu hoş görmeyen Mervan, “Ne yaptığını biliyor musun?” dedi. Ebû Eyyüb Hazretleri, “Evet biliyorum. Ben taşa ve kerpice gelmiş değilim, Resûlüllah’a geldim” diye cevap verdi. Bütün peygamberler gibi, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, kabrinde diridir. Dolayısıyla bu sarılma onun kendine sarılma gibidir. Yanağını türbenin eşiği üzerine koymanın da bir mahzuru yoktur. Çünkü, bu hareket ileri derecede bir sevgiden ileri gelmektedir. Ehlullah’dan İbni Münkedir’e ziyaret sırasında bir sessizlik çöker, yanağını Resûlüllah Efendimiz’in kabri üzerine kordu. Onun bu hareketini hoş görmeyenler olmuştu. O bunun üzerine, “Ben, Resûlüllah Efendimiz’in kabri ile Allah’dan şifa dileğinde bulunuyorum” diye cevap verdi. Peygamberler vefatlarında –hâşâ- öldükten sonra yok olup gitmezler. Kabirlerinde hayat sahibidirler. Peygamberlerin mûcizesi, evliyânın da kerâmeti öldükten sonra de kesilmeyip devam eder. Dolayısıyla, hem peygamberler ile hem evliyâ ile tevessülde bulunmak, onlarla medet dilemek câizdir. Ârifler, peygamber ve velilerin, vefatlarından sonra, mucize ve kerâmetlerinin hayatlarında olduğundan daha fazla tesirli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü vefatlarıyla beraber mahlûkâtla alâkalarını kesmekte ve ruhları sadece Cenabı Hakk’a yönelmektedir. Nuh Aleyhisselam zamanında Ved, Süvâ, Yeğûs ve Yeûk adında salih kimseler vardı. Insanlar, onlar öldükten sonra kabirleri üzerinde ibâdetler yaptılar. Sonra onların şekillerinde putlar yaptılar. Daha sonra zamanla onu unutup onlara tapmaya başladılar. Vehhâbîler, Peygamberimiz’in ve mübârek zatların türbelerini ziyaret etmenin bu mânâya geleceği vehmine kapılıp müslümanları bu ziyaretlerden hem uzaklaştırmaya çalışıyorlar hem de bu ziyareti yapanları müşrik olmakla suçluyorlar. Oysa onların bu suçlamaları kökten yanlıştır. Çünkü, Nuh Aleyhisselam zamanındakiler kabirleri mescid yapıyorlardı, müslümanlar böyle bir şey yapmıyorlar. Yani kabirlere secde etmiyorlar. Peygamberimiz’in ve salih zatların sûretlerini yapıp onlara da tapmıyorlar. Sadece ziyaret ediyorlar. Şayet kabirleri ziyaret etmek şirke götüren sebeplerden olsaydı, bu hususta ya açık bir âyet veya hadis olurdu. Gerçi bu konuda yapılan yanlışları yasaklayan bir hadisi şerif var ama, bu hadis ziyareti değil yanlışlığı yasaklamaktadır. Bu hadisi şerif şöyledir: “Allah yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin. Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler.” Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi, vehhâbîler bu hadisi şerifi kendilerine göre delil getirip, Peygamberimiz’in kabrinin hemen yanı başının mescid edinilmesini niçin tenkit etmezler, niçin orayı mescid edinen, orada secde eden müslümanları müşri tilan etmezler hayret! Acaba islam âleminin toplu itirazlarından korktukları için mi? Her neyse… Yine Peygamberimiz (s.a.v.) eski putperestler hakkında buyuruyor ki: “Onlar, aralarında salih bir kimse vefat ettiği zaman, onun kabrinin üzerine mescid yaparlar sonra orada bir takım şekiller vücuda getirirlerdi. Onlar Allah katında halkın şerlileridir.” Bu hadiste de görüldüğü gibi kabirler hususunda yasaklanan şey bellidir: Kabirleri mescid edinmek ve ölenlerin şekillerini yapıp onlara tapınmak. Kabir ziyareti yapan müslümanların hiç biri böyle bir yanlışlığa düşmez, nitekim düşmemektedir. Fakat vehhâbîler kabir ziyareti yapan müslümanları müşrik kabul etme yanlışlığında maalesef israr etmektedirler. Eğer kabirleri ziyaret etmek, insanı şirke götürseydi, Resûlüllah Efendimiz ve sahâbîler, Uhud şehidlerini ve Bakî’ kabristanındaki zatları ziyaret etmezdi. Oysa Allah Resûlü bu ziyareti meşrû kıldı. Kabirler üzerine mescid yapmanın ise câiz olmadığını bildirdi. Müslümanlar da saten bunu yapmıyor. Gerçek bu olduğu halde, kim müslümanların kabir ziyaretini şirke benzetirse, kendi kafasından müslümanlar hakkında çok ağır bir hükme varmış olur. Dikkat buyurulmalı. Kabirleri mescid edinmek başka, kabrin yanında mescid bulunması başkadır. Çünkü, Peygamberimiz’in mescidi de Peygamberimiz’in kabriyle bitişiktir. Hatta mescid genişlemiş, Peygamberimiz’in kabrinin arkasına doğru büyümüş, uzayıp gitmiştir. Böyle olduğu halde şimdiye kadar hiç bir islam âlimi buna itiraz etmemiş bunun sapıklık olduğunu söylememiştir. Asırlardır da Peygamberimiz’in kabrinin yanıbaşında ve arkasında namaz kılınmaktadır. Hemen yanıbaşında namaz kılmak şirk olmadığı gibi, ona selam vermek de şirk değildir. Burada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. Birisi, Peygamberimiz’in mânevî rütbesinin diğer yaratılanlardan üstün olduğunu bilmek, diğeri de yaratıcılığın sadece Allah’a ait olduğu inancını muhafaza etmektir. Ziyarette bulunan bütün müslümanlar bunları zaten bilmekte ve böyle bir sapıklık içine girmemektedirler. Peygamberimiz’e hürmet ve tazımi gerektiği şekilde yapmakta asla aşırılığa gitmemektedirler. Tazım ve hürmet ise hiç bir zaman şirk olmaz. Kim bunu meşru olduğu halde meşru görmezse Allah’ın yasaklamadığı bir şeyi yasaklamış olmakta, helal olan bir şeyi haram kabul etmektedir.

 yavuz sultan selimin Muhabbeti ve Mukaddes Emanetler

Peygamberimize muhabbet ve tâzimde zirveye çıkan veli padişahlardan biri de Yavuz Sultan Selim’dir. “ALLAH rızası için tüm dünyayı fethetmek istiyorum!” idealiyle hareket eden Yavuz Selim, askerlerini gazâ meydanlarında adeta “Peygamber Ordusu” gibi sevk ve idare etmiştir. O’na olan derunî sevgisini şu manzum sözle şahikalaştırmıştır: “Ey keremkân-ı Rasul-i Kibriya Kemterindir bu Selim-i pürhatâ/ Dergâhından ilticâ eyler atâ el meded ey mâden-i nur-i Hudâ.”
“Biz, mukaddes yerlerin hâkimi değil hâdimiyiz!” diyen Yavuz, buraların Osmanlı hakimiyetine gönül rızasıyla girmesinden duyduğu memnuniyetiyse şöyle ebedileştirmiştir: “Bundan duyduğum mutluluğu bütün dünyanın padişahlığına değişmem”. Öbür yandan Yavuz, O’ndan ümmetine yadigâr kalan paha biçilmez “Mukaddes Emanetleri”, Topkapı Sarayı’na getirip Hırkâ-i Saadet Dairesi’ne koymakla bizi şereflerin en yücesiyle müftehir kılmıştır. Yavuz, Hırkâ-i Saadet Dairesi önünde asırlar boyunca kırk hâfıza 24 saat nöbetleşe Kur’ân tilâvet ettirmiştir. Ayrıca Yavuz, Haremeyn’e Fâtih döneminde ganimet malından tahsis edilen dokuz bin altını iki yüz bin altına çıkarmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder